31 Ağustos 2017 Perşembe

Garip, gariban bir gün


31 Ağustos ne garip bir gün. İki "zafer"in arasına sıkışıp kalmış, Zebercet gibi garip ve gariban bir gün sanki. Çok değil, şurada 15-20 yıl önce 30 Ağustos bayramdan bile sayılmazdı. Bayram dediğin 23 Nisan, 19 Mayıs ve 29 Ekim'di. Yani savaşlardan çok "kurucu" günler önemliydi, önemsenirdi. Geri kalanı ise askeri protokoller ile geçiştirilirdi. Şimdi ne oldu? Savaşlar nasıl öne çıktı? Soran var mı? Çanakkale, 30 Ağustos, Sarıkamış sanki büyük acıların yaşandığı, büyük bedellerin ödendiği günler değil de güncel bir kimlik, güncel bir ihtiyaç. Bugünün huzursuzluğunu geçmişin -şiddeti hiç bilinmeyen, çok da umursanmayan- acılarıyla giderme aracı. Öyle değil mi?

28 Ağustos 2017 Pazartesi

Rosenhan deneyi ya da sosyal biraradalığımız bize neler yapar?


Konu psikiyatrinin açmazları ise Rosenhan deneyini hatırlamak hem eğlenceli hem de hakikaten düşündürücü olabilir.

Bağlantıda Stanford Üniversitesi'nden psikolog David Rosenhan tarafından gerçekleştirilen deneyin makalesi yer alıyor: Makale, 1973 yılında Science dergisinde yayınlanmış ve yaşananlar kısaca şu şekilde...

8 sağlıklı kişi Amerika'nın farklı bölgelerindeki 12 farklı hastaneye giderek, birtakım kelimeler duyduklarını söyler. Bu kelimeler thud, empty ve hollow'dur. Kişiler yalnızca isimlerini ve mesleklerini değiştirir; kişisel hikayelerini, başlarından geçen olayları ve biyolojik verilerini psikiyatriste doğru olarak sunar.

Ve şizofreni teşhisiyle hastaneye yatırılırlar. Hastaneye yattıktan sonra ise artık rol yapmazlar ve gayet normal davranırlar, hatta artık ses duymadıklarını söylerler. Ancak yaptıkları her şey, patolojik bir davranış olarak görülür ve hiçbir hastane görevlisi, doktor, onların şizofreni olmadığını fark etmez. Hasta olmayan hastalar ortalamada 19 gün olmak üzere, 7 ile 52 gün arasında değişen sürelerde hastanede kalır.

Bu süre içerisinde onların aslında şizofreni olmadığından şüphelenen tek grup, gerçek şizofreni hastalarıdır. Bu hastaların bazıları, deneklerin, gazeteci ya da hastaneyi kontrol eden bir profesör olabileceğini düşünür. Sahte hastaların hastaneden taburculukları ise, hastane personelinin şizofreninin duraksama evresinde olduğuna ikna olmaları sonucunda olur.

Ama karmaşa orada bitmez: işin daha da ironik kısmı, olay ortaya çıktıktan sonra, hastanelerden birinin böyle bir şeyin kendi hastanelerinde yaşanmış olduğundan şüphe ettiklerine dair bir açıklama ile yalanır. Rosenhan "tamam öyleyse, size önümüzdeki 3 ay içerisinde en az bir tane olmak üzere bazı sahte hastalar göndereceğim" açıklamasını yapar. Ve başvuran her hastayı değerlendirmeleri istenir.

Toplam 193 hasta hakkında değerlendirme yapılır. 41 hasta en az bir görevli tarafından "sahte hasta" olarak değerlendirilir. 42 tanesinden de, yine en az bir kişi tarafından şüphe edilir. Gerçekte ise Rosenhan, hiç sahte hasta göndermemiştir.

Rosenhan deneyi esas olarak sosyal ortamın insan muhakemesini ve davranışlarını nasıl etkileyebileceğini göstermek için yapmış. Özellikle de hastane gibi bazı özel ortamların davranışları kendi çerçevesine göre anlamlandırma olasılığını gündeme getirdiğini belirtiyor. Öte yandan makalenin özetinde ve içeriğinde sanki araştırmanın temel amacından farklı anlaşılmaması için sık sık "hastane personeli ve hekimlerin" iyi niyetinden, yardımseverliğinden ve ilgilerinden bahsediyor.

27 Ağustos 2017 Pazar

Kimse bize gül bahçesi vadetmedi!


Basın yayın organları psikiyatri-psikoloji haberlerini çok severler. Elbette ki okuyucular da. İnsanın içini gıdıklayan bir yanı vardır “ruhsal” durumlarımızla ilgili haberlerin. Mutlaka ilgi çeker. Bir bakarsınız mesela isyankârlığın geni bulunuvermiştir. Pek“saygın” bilim dergilerinden klişe haber portallarına kadar hızla yayılır, bu tarz kolay okunur çıkarımlar. Araştırmanın sonucu öyleymiş, değilmiş; sözkonusu sonuç başka araştırmalarla desteklenmiş, desteklenmemiş… Bunlar gündeme bile gelmez.

Ya da hemen her yıl yeniden manşetlere taşınan antidepresan ilaçlarla ilgili haberlere ne demeli? “İşe yaramıyormuş, şebeke suyunda bile çıkmış, bağımlılık yapıyormuş, mutluluk hapıymış.” gibi, gibi, gibi. Yayın organları çoğu zaman içerik değiştirmeye dahi gerek duymuyor.

Daha dün, bir başka kopyala-yapıştır yazı daha çıktı “özgürlükçü” haber sitelerinden birisinde: Neden psikiyatri faydadan çok zarar veriyor, diye. Eyvallah! “Ruh halimiz” her dönem gizemli, popüler konu. Nasıl olsa ilgi çeker! Nasıl olsa yarım yamalak çeviri bilgiler, haberler kopyalanır, yapıştırılır ve temaşa olur. Ve yazılanlar birer sabun köpüğü gibi uçuşur, etkiler ve sonra da kaybolur, gider. Ta ki birkaç ay sonra yeniden gündem olmak isteyinceye kadar. İlgi çekiyor ya; ver coşkuyu!

Basının sevdiği ve hatta bulduğu zaman üstüne atladığı bir diğer haber konusu da psikiyatrik sorunlar ile ekonomi arasındaki ilişki. Çeşitli biçimleri var bu haberlerin. Yelpazesi “para mutluluk getirmiyormuş" ile “fakirlik depresyona sokuyor” arasında gidip geliyor. Ecnebi sitelerde haber çıktıkça çeviriyorlar. “Paris Hilton bile depresyona girdikten sonra...” diye.

İyi ama hepimiz toplumsal refahın saadet getireceğini düşünmez miyiz? Ya da tam tersini, toplumsal refah düzeyi düştükçe mutsuzluğun arttığını bilmez miyiz?

Çok da yanlış değil aslında. Çünkü dünyanın düzeni de öyle: para nerede çoksa, oralarda savaşlar daha az, toplumsal çalkantılar daha seyrek, insan ömrü daha uzun. Demek ki çok da yanlış değil, yoksulluk ile depresyon arasındaki ilişki. Ama yine de bir terslik var. Çünkü bilimsel veriler de bu konuda karışık, bir sürü farklı şey söylüyor.

20 Ağustos 2017 Pazar

Cinler, periler ve gaipten gelen sesler*


Bakmayın siz etrafımızdaki akıl furyasına. Evet, telefonlar akıllı; araçlar, evler, trafik ışıkları akıllı! Ama revaçta olan hâlâ büyüsel düşünce. Hayat istediğiniz kadar maddi temele dayansın; düşüncede geçer akçe idealizm. Özellikle de insan ilişkilerinde, topluma ve hayata bakışta.

Kaba da olsa materyalizm var. Ama belli alanlara sıkışmış. Büyüsel düşünce, idealizm ise materyalizmin bu sıkıştığı alanlara kapıdan kovulsa bile bacadan mutlaka giriyor. Sağlıkta mesela. Evet, ölüm için tıbbi açıklama duymak istiyor insanlar ama halen mistisizme ihtiyaç duyuluyor. Ölümü anlamaya biyoloji sanki yetmiyor; araya meleklerin, ruhun ve basiretin girmesi gerekiyor. Onlarsız olmuyor, ama onlarla da olmuyor.

Haydi, ölümü geçtik; onunla başetmesi hâlâ zor (yani başetmek zorunda olmadığımız bir zamana doğru da gidiyor olabiliriz). Ama örneğin kimse safra kesesi taşını kötü ruhlara bağlamıyor artık. Akut apandisit için kendini üfleten pek kalmadı. Maddi hayat değişti, düşünce de değişti. Beden kültürü ve yaşam bilgisinde hasbelkader bir tür materyalizm var işte.

Ama iş zihinle ilgili durumlara gelince materyalizmin kabası bile kesmiyor insanları. Başka bir açıklama aranıyor. Evet, cinlere pek inanan kalmadı ama bir üfletmek isteyen ya da yoga ile nefesini düzenlemek ve hatta her bir zerresini kuantum terapi ile titretmek isteyen de gırla çıkıyor.

Ve soruyorlar bize: Tamam, diyelim ki doğaüstü canlılar, varlıklar yok. Ama paranormal bir aktivite de mi yok? Mesela bazı insanlar gaipten sesler duyuyor. Hatta görüntüler görüyor, gerçek olmayan. Bize görünmeyen ona nasıl görünüyor?

Bu soruları yanıtlaması mümkün ama öbür yandan da ancak beynin işleyişine dair temel bazı bilgilere sahip olarak mümkün.

Öncelikle sanmayın ki gaipten sesler duyan ve olmayan görüntüler gören (daha doğrusu başka insanların duymadığı sesler duyan, başkalarının görmediği görüntüler gören) herkes psikiyatrik bir bozukluğa sahip. Toplumda sesler duyarak yaşayan ve hiçbir zaman “hastalanmayan” insanlar var: Neredeyse her 10 kişiden birisi hayatının bir ya da birkaç döneminde sesler duyuyor ama “hasta” olmuyor.

Peki, nasıl oluyor bu?

13 Ağustos 2017 Pazar

Madde kullanımı artıyor mu?


Görünen o ki artıyor. Sayılar öyle söylüyor, gündelik yaşamdaki tecrübelerimiz de öyle söylüyor.

Ama sayılara geçmeden önce “madde” ve “kullanım” konusunda birkaç hatırlatma yapmalıyım.

Birincisi Türkiye’de alkol ve madde kullanımına dair kültürel bir bariyer var. Bu kültürel bariyer tüm Ortadoğu coğrafyasında görülene benzer: yani dini temelli. Ama örneğin alkol ve madde ile ilgili bariyer bir tek İslam coğrafyasında yok. Örneğin Uzakdoğu’da kültürel bir biçim almış başka bir bariyer ve bu bariyer daha çok genetik kökenli. Uzakdoğulular alkol ve maddenin kötü etkilerine karşı daha hassas ve bu nedenle kullanım daha düşük.

İkincisi bu kültürel bariyerin koruyucu olduğunu söylemek yanıltıcı olabilir. Çünkü Türkiye’de toplumun neredeyse yarısı bu kültürel bariyerin şemsiyesi altındayken özellikle kentli, eğitimli, genç ve gelir düzeyi çok da iyi olmayan bir kesim ise bu kültürel şemsiyeye mesafeli. Velhasıl Türkiye içinde birkaç farklı ülkenin olduğu bir ülke olarak düşünülebilir. Yani rakamların bir ucu Ortadoğu’ya, genel olarak madde kullanımının kısıtlı olduğu bir coğrafyaya bir diğer ucu ise madde kullanımının oldukça yaygın olduğu Avrupa’ya daha yakın olduğunu unutmamalıyız.

Üçüncüsü, Türkiye bir köprü; maddenin üretildiği ve tüketimi coğrafyalar arasında bir geçiş köprüsü. Yakındoğu’da üretilen maddenin tüketim coğrafyası olan Avrupa’ya ulaşması ancak Türkiye üzerinden mümkün. Evet, tek yolu değil ama ana yollarından birisi. Bu nedenle taşınan maddenin yolda dökülen saçılanı bile Türkiye’ye yeter durumda. Öte yandan Avrupa’da madde kullanımının artış göstermediğini ve hatta yer yer 30 yıl öncesine göre düşüşler olduğunu da belirtmek gerekli.

Dördüncüsü toplumda madde kullanımının ölçmenin çeşitli zorlukları var. İnsanlar için kısmen “mahrem” olan bir bilgiyi soruyorsunuz. Çoğu zaman “hayır canım, ne münasebet” yanıtı almanız çok mümkün. Yani yöntemsel bir zorluk var.

9 Ağustos 2017 Çarşamba

A real angry revolver: Sepultura | Chaos A.D.


The story of Sepultura has been always stranger (and more entertaining) than fiction. Just like an impossible climb in full sweat and blood, from third-world obscurity to international stardom.

In the late 1980's and early 90's, in a time of massive upheaval, the Soviet Union had started falling apart with a semi-victory of neoliberalism against almost everything that symbolizes the former three decades, from cultural revolution to the state communism. And all the garbage was left in the periphery of the world: Latin America was seeing a massive crime wave in some nations and the last of its US-backed dictators being deposed in others.

Thrash metal was using up all of its old ideas and looking for new ones, and it was a way of expressing rage, anger and aggression against the system in the periphery of the world. Sepultura had been taking note of all this happening around them and over time their focus had shifted from simple speed and brutality with lyrics about the occult towards slower and more crushing fight-grooves with songs about the much more real horrors of pollution, illness, callous businesses, abusive and corrupt governments, unreliable media, bigotry, and war. 

Chaos A.D. (1993) with its highly political natural ingredients, a bit controversial for the habitat of metal music, was a real answer to the semi-victorious neo-liberalism which was circulating and suffocating the world. Album immediately became Sepultura’s defining work, which still stands as arguably one of the most distinctive moments in heavy metal history. It’s an unprecedented fusion of metal with Latin rhythms; the riffs are prominently undercut with dense layers of ensemble percussion and field recordings of the indigenous Xavante people of Brazil’s interior. 

Album was not only referring explicitly to injustices in Brazil, but also was an indicator of the near future which we live now: from the rise of Biotech to the Slave New World, from harsh capitalist Propaganda to the We Who Are Not As Others. And of course War For Territory. Chaos A.D., with its each song and lyrics, was a real revolver straightened to the world order, and also was a catalog of our current life.

Sepultura | Chaos A.D. | 1993 | Roadrunner Records

3 Ağustos 2017 Perşembe

Kendi gürültümü dinliyorum


"Doğayı dinliyorum,sessizliği dinliyorum, kendi gürültümü dinliyorum..." ve "çocuk, e harfine yaslanmış uyuyordu."  Birbirine tutkun iki zihin içinde. İki bakış içinde. İki göz içinde. Işıltılı ve büyülenmiş iki göz.