20 Mayıs 2017 Cumartesi

Erol Abi, Ernesto Laclau ve bizim bahçe


Nasıl diyeyim? Bilirsiniz işte. Kurumsal dertlerin, işleyişteki aksaklıkların hep sistem sorunu olduğu düşünülür. Bana da soracak olursanız devlet kurumlarının hantallığı ve çürümüşlüğü, özel sektörün doymak bilmezliği ve züppeliği birer sistem sorunudur. Hatta küçük bir kurumdaki çeşitli aksaklıklar sistemden kaynaklanır; başka bir şeyden, mesela insan faktöründen değil. Yani a kişisi de gelse b kişisi de gelse köhnelik sürer gider. İşte böyle düşünürdüm.

Sonra ne mi oldu?

Erol Abi gitti. Daha doğrusu Erol Abi’yi işten çıkardılar. İçiyor ve küfrediyor diye.

Erol Abi bizim site görevlimizdi. Birkaç yıl önce tanışmıştık, taşınınca. Emekçi adam. Biri küçük, biri büyük iki çocuğu vardı. Eşi ise kekik fabrikasında çalışıyordu, hemen az ileride. Tatlı bir adamdı Erol Abi. Egeli. Bir de insandan anlıyordu. Kaprisiniz yoksa muhabbete kalıyor, kaprisiniz çoksa uzak duruyordu.

Hani Japonlar “Bahçe insanın içini yansıtır” gibi bir şeyler demiş ya, aynen öyle işte. Erol Abi erkenden kalkıp bahçeye bakıyordu. Ama kendince. Bahçede portakal ağaçları, güller, sardunyalar ve muz ağaçları iç içe. Kendince bir ahenk içinde hepsi. Sitenin bahçesi renk cümbüşü, özenli ve düzenli. Öğleden sonra işi bitince de birer sandalye çeker, karşılıklı çay içerlerdi eşiyle.

Ama çay bu! Her zaman yetmez efkâra. Ara sıra da bira içerdi Erol Abi. Öyle çok değil. Ya da ben denk gelmedim. Her daim çakır keyifti zaten. Ne de olsa Erol Abi Egeli.

Sonra seçimler oldu. Yönetim değişti. Siz deyin şu kadar, ben diyeyim bu kadar malı mülkü olan bir başka abimiz yönetici oldu siteye. Kaşı gözü oynuyor abimizin. Ama dini bütün. Her sene umreye gidiyor. Hatta başbakan geldiğinde buralara, hemen ardında kılmış Cumayı. Kulaktan kulağa anlatılıyor ki ben bile duymuşum bu mübarek olayı.

Yine aynı günlerde, bu mübarek abimiz az ilerideki moteline yine hemen az ilerideki caminin hoparlörünü çekti. Dert değil. Dinliyoruz aynı anda hem sağdan hem de soldan yankılanan ezanı. Hep birlikte.

Erol Abi ise dedim ya, insan seçiyor. Yapacak bir şey yok. Gerçi önceden de tanışıyorlar yeni yönetimle ama uymuyor renkleri. Birkaç tartışma ve sürtüşmeyi, ödenmeyen maaş ve yatırılmayan sigorta primi takip edince ipler koptu bir gece. Hani neredeyse bir sene oldu. Erol Abi “Bitti, yetti gari Tolga!” dedi ve çekti, gitti ailesiyle.

Bahçe hâlâ yemyeşildi Erol Abi bizim siteden yan siteye giderken.

Sevindik, hemen iş buldu diye. Bir de sabahları yine selamlaşmaya devam ettik Erol Abi’yle.

Ama sonra bizim bahçe başladı solmaya. Güller kurudu, portakal ağacının yaprakları soldu. Muz ağacı don tuttu, sardunyalar ise kayboldu. Tam sekiz site görevlisi geldi geçti Erol Abi’den sonra. Bahçe bir türlü adam olmadı. Yan sitenin köhne bahçesinde ise başladı renk renk bitkiler boy vermeye.

Velhasıl ilk seçimlerde devirdik dini bütün yönetici abimizi. Hoparlörden bir süre daha devam etti ezan. Sonra motel de satılınca arsanın yeni sahibi görkemli bir rezidans dikmek üzere yıktı her yeri. Böylece bahçeden olduğumuz gibi bir de moloza bakmaya başladık gündüzleri ve de geceleri.

İşte o zaman aydım. “Vay arkadaş ya!” dedim kendi kendime. Bir insan ne çok şeyi değiştiriyormuş. İnsanlar aynı insanlar. Mekân desen aynı mekân. Ama… Erol Abi, Erol Abiler önemli. Herkesin içi, bahçesi önemli.

Sanırım.

Sanırım diyorum, şundan dolayı. Tüm bunları şimdi yeniden yazıp tartıp biçerken bir yandan da Ernesto Laclau’yla uğraşıyorum zihnimde. Malum, Marksizm ve psikanaliz demiştim birkaç yıl önce, yine bu köşede. İşte o zamanlar taşınmıştık zaten bu siteye. Konu Marksizm ve psikanaliz olunca da yolum Laclau’ya çıktı, ister istemez. Uzun süre dolandıktan sonra etrafında, aldım elime artık o meşhur eserini: Hegemonya ve Sosyalist Strateji’yi.

Tamam, belli: Laclau o sivri zekalardan. Büyük bir akıl. İncelikli. Ayrıntılara hakim. Meseleyi iyi biliyor. Bir zanaatkâr gibi. Böyle teoriyi kocaman kucaklayarak elekten geçiren, yeniden kuran bir tarzı var.

Zaten sivri olduğu da erken fark edilmiş. Hobsbawn yanına, İngiltere’ye almış. İşleri pek kesintiye uğramaksızın hep yolunda gitmiş. Orada kürsüsü, şurada dersi hiç eksik olmamış. Söylem analizi denen anlı şanlı bir okulu olmuş.

Kendisi Arjantinli. Mesela Arjantin başbakanı başı sıkıştığında akıl danışmak için kendisini ararmış. Teorik titizliği ve akademik rahatlığıyla Amerikan üniversitelerini hep şaşırtırmış. Burnu da hiç öyle havada değilmiş. Mütevazi birisiymiş.

İyi.

Ama tüm bunları okurken, araştırırken bir şey geldi, sıktı canımı. Sıkacak ya işte. Düşündüm. İnsanları düşündüm. Erol Abi daha henüz kovulmamıştı o zaman. Laclau gibi insanları düşündüm. Ve sonra da Nâzım gibi insanları düşündüm.

Nâzım” dedim kendi kendime, “mesela kürsüsü olsun ister miydi?” Çok yaratıcı, incelikli, ayrıntılara hakim birisiydi işte. Ya da Brecht mesela. Onun sivri dilini alt edebilecek bir kariyer olabilir miydi? Ya da Aragon’un başı sıkıştığında arayabileceği bir başbakanı olur muydu?

1920ler… Ne tuhafmış. Tüm bir kuşak kariyer yapmayı falan dert etmemiş kendine. Atılmışlar meselelerin içine. Sürgünlük, parti, itiş kakış, savaş falan. Laclau kuşağı ise iyi yazmış, çok okumuş ve el üstünde tutulmuş orada, burada ve şurada. Sürgün yaşamamışlar, Marksizm üzerine güzel güzel yazmışlar. “Özne ancak söylemde kurulur” demiş Laclau. Ve “çoğulluk başlangıcımızdır, merkez yok artık” demiş. Bir kuşağa da dedirtmiş bunları. Ya da bir kuşağın teorik sesi olmuş: Bahçe yok! Partiyle işleri olmamış, kolektif biraradalığın başka formlarını aramışlar. Ve buldukları kolektifliklerde de hep iyi kariyer yapmışlar. 1960lar işte, insan bir başka yöne gitmiş.

Laclau bu yazdıklarımı okusa kesin “dikişsiz tarih” derdi olan bitene ve Lacan için kaldırırdı kadehini. Eyvallah! Ama elinde iğnesiyle bazı insanlar da yok muydu bir zamanlar? Kendilerine kapiton noktaları yaratan insanlar, dikiş tutmayan tarihin iğne oyacıları yok muydu?

Ya da iyi, güzel de sevgili Ernesto, bizim bahçe Erol Abi gidince niye kelleşti? Bunu da bir söyleseydin keşke…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder