30 Ekim 2012 Salı

Şu yanan çayırların külleri nereye düşer?

Mâlum, Karadeniz artık doğal çevrenin yağmalanması ve buna karşı çıkanların direnişleriyle anılır hale geldi. Yüzlerce hidroelektirik santrali, kentleri denizden koparan bir otoban, termik santraller ve nükleer santralle atağa geçen bir yatırımcı, girişimci toplamı karşısında doğa ve insan ses veriyor. Ama yetmiyor. Her yağmurda Karadeniz'in herhangi bir yerinde bir sel, bir heyelan oluyor. Konutlarda, sulara kapılan araçlarda insanlar can veriyor. Yani, Karadeniz'in hemen hemen her kilometresinde doğaya acımasızca inen bir kazma ve o kazmaya doğanın verdiği yanıtlar var artık.

Felaketler ve direnişler bir arada yaşıyor. Karadeniz'de gözü kârdan başka bir şey görmeyen sermaye yok sadece. Bireysel, topluca, köylüce ve şehirlice direnişler de var Karadeniz'de. Bunlar arasında en çok bilinenlerinden bir tanesi Gerze direnişi. Anadolu Grubu (Efes Pilsen, McDonalds, Faber Castel vb. üreten sermaye grubu) uzunca zamandır Gerze'nin Yaykıl Köyü'ne bir termik santral kondurmak için uğraşıyor. Köylüler ve Gerzeliler ise yaşam alanlarının, evlerinin, mezarlıklarının, ağaçlarının, çayırlarının elden çıkmaması için direniyor. 

24 Ekim 2012 Çarşamba

Bir Geceliğine Erik Truffaz Olmayı Düşleyen Arkadaşım

Tuhaf birisiydi işte. En büyük hayali, küçük loş bir barda, bir geceliğine Erik Truffaz olmaktı. Sanki günlerinin getirdiği bütün sıkıntıyı Truffaz olarak çaldığı trompete üfleyecek ve gecenin sonunda, gün ağarırken yeni birisine dönüşecekti. Ya da gün ağarıp da Truffaz olmaktan çıktığında bedeni yanmaya başlayacak ve külleri sabah serinliğinde bomboş sokaklarda savrulacak, kayboluverecekti. Öyle düşler dururdu kendisini.

Truffaz'ın yaşadığı Paris'e gitmişliğini bırakın kendi şehrinden dışarıya adım atmışlığı bile yoktu. Bir ırmağı vardı şehrinin. Ve o şehirde, Erik Truffaz'a dönüştüğü o belirsiz geceyi düşlediği bir mekanı vardı. Pencere kenarından ırmağı izleyebildiği bir bar.

Öğleden sonraları ortalıkta kimsecikler yokken gelirdi bara. Çölden çıkıp gelmiş yorgun, mağlup ve de kırgın bir Mağrip gibi pencere kenarına dertli dertli kurulurdu. Bir, bilemediniz iki bira içerken dudakları mırıldanır dururdu. My Funny Valentine olsun Manon olsun, Truffaz'ı, Truffaz'ın içli şarkılarını dinlerken hem dudakları kıpırdanır hem de sanki kendi ağır dertlerine dalar ve gözleri dolardı. Sonra O gözyaşlarını silerken Flamingos başlardı. Yanık nağmelerle eşlik ederdi Truffaz'a. Hatta Mounir Troudi'den daha içli söyleyebilmek için bir ara Arapça öğrenmeye bile kalkışmıştı. Troudi havalandırdığı şarkırlarla kendinden geçerken sanki çalan, söyleyen hakkaten de kendisiymiş gibi alnı boncuk boncuk ter içinde kalırdı. Tabii ki Fransızca öğrenmeyi de her zaman çok istemişti. Sanki siyah-beyaz bir Fransız filminde oynuyormuş gibi gırtlaktan çıkardığı kelimeler mırıldanırdı kendi kendine.

Mırıldanır ve Truffaz'ı dinlerken çeşit çeşit düşlere dalıp gittiği için önünde öylece bekleyen birasından birkaç yudum alırdı. Sonra gözlerini ayırmadan dışarıya bakardı bir süre. Hayat oradaydı, dışarıda. Ama kendisini Erik Truffaz olarak düşleyip pencereden o hayata bakarken, hayat herkese ve herşeye çok uzak kalırdı. Sanki hayat, bir filmin girişine, ilk sahnelerine dönüşür ve o da o filme şarkılarla katılırdı. Sanki paltosunun yakasını hafifçe yukarı kaldırıp saçlarını incecik dişleri olan bir tarakla tarardı. Ve Truffaz çalarken O sanki şiir okurdu: L'enfent Seul. Sanırım kendisini ara ara Truffaz olarak Truffaut'un 400 Darbe filminde de hayal ediyordu. Antoine filmin son sahnesinde özgürlüğüne koşarken sanki trompetiyle ona eşlik ediyordu.

Bizim gibi iş bilenlere göre onun iş bilmeyen bir yanı vardı. Hani "önüne çıkan fırsatları iyi değerlendirse şimdi nerelerde olurdu, kim bilir?" denilenlerdendi. Herkes onda sönüp gitmiş, kurumuş ayrı bir cevher sezer ve kendince dertlenirdi. Hani ne bileyim, önemli bir yazar olabilecekken yararı olmayan işlerde, sadece kendi etrafını ışıtan yazılarda eğlenmişti. Aslında O ne kaybetmek için bir uğraş vermişti ne de kazanmaktan fellik fellik kaçmıştı. O kendini, kendisine bırakmıştı. Sadece kendisi olmakta ısrar etmiş ve geriye kalanlarla aklını hiç yormamıştı.

Tuhaf birisiydi işte. En büyük hayali, küçük loş bir barda bir geceliğine Erik Truffaz olmaktı.

Nikbinlik, Bahar 2016, sayı: 40, sf. 82

21 Ekim 2012 Pazar

16 Ekim 2012 Salı

Afili Yönetmenlerin Ekran Hayaletiyle Raksı

İnce bir hiciv var. Başarılı bir senaryo, iyi bir sinema dili var. Oyunculuklar pek aksamıyor. Kamera, görüntü, teknoloji desen o da var. O zaman sorun nerede?

Sanırım her yönetmen az ya da çok televizyon seyircisine hitap etmek zorunda. Bunun dışına çıkabilenler o kadar az ki. Tabii ki bu televizyon seyircisinin de hayali olduğunu hatırlamak gerekiyor. Bu hayali seyircinin hayali beğenilerine seslenmek, ucundan az da olsa dokunmak, gıdıklamak gerektiği için de ortalamayı yakalamak, vasatta kalmak kaçınılmaz oluyor.

Yakın zamanda "Nar" ile "Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi" filmlerini izledim. İkisi de geçtiğimiz yıl festivallerde ortalığın karışmasına, ödül aldıkları ya da alamadıkları için festival jürilerinin sorgulanmasına yol açmışlardı. Ödül almadıklarında ana akım eleştirmenler tarafından göz ardı edildikleri dile getirilmişti. Ödül aldıklarında ise aynı dönemde çekilen filmlere göre ülke sinemasının ana eğilimlerine uymamalarına rağmen jüri tarafından fazla gözetildikleri tartışılmıştı.

Kendi adıma Onur Ünlü'nün yere göğe sığdırılamayan her filminde hayal kırıklığı ve şaşkınlıktan başka bir şey bulamamışımdır. Celal Tan familyası da bu anlamda farklı olmadı. Ama günümüz Ümit Ünal'ının gençliğindeki filmlere göre televizyon seyircisinin beklentilerine daha fazla yer açtığını görmek başka türlü bir hayal kırıklığı yarattı.

İki filmin de senaryo açısından bir sorunu yok. Hatta alttan alta, inceden inceye yetkinlikle işledikleri okkalı bir sinizm eleştirisi de var. Günümüzün gündelik hallerine iyice yerleşen toplumsal ikiyüzlülüğü hiç de çaktırmadan topun ağzına da koyuyorlar. Onur Ünlü, Tan ailesinin trajikomik hikayesi üzerinden kentli, laik, ulusalcı orta sınıfları ve dine mesafeli gibi duran bu kesimlerin el altında tutuverdikleri sıkışmış diniliğe, ilgili sembollere tatlı tatlı giydirmiş. Oyunculuklar pek de aksamıyor. Gerçi Ümit Ünal'ın filmini kurtaran Serra Yılmaz ve onun her zamanki oyunculuğu olmuş ama filmler bir şekilde idare de etmişler. Kamera, görüntü, teknoloji desen o da var. O zaman sorun nerede? Ruh yok, ruh. Plastiklik var, cesaret yok. Yüksekten atıp tutmanın hemen dibinde ortalamadan kopamama var. Dönüp dolaşıp yine de prodüksiyonu sağlama alma arayışı var.

Peki kimdir bu hayali televizyon izleyicisi? Bu kadar belirleyici olan, en alternatif, aykırı kişileri bile etkisine alan beğenileri nelerdir? Kestirim bir yanıtı yok bu hayaletin Keza kimi zaman bu hayalet güzel işler de kotarıyor ama ortalaması vasat. Popüler kültür ve beğeniler her zaman kötü olmak zorunda değil ama çoğu zaman ihtiyatla yaklaşılması gereken değerler toplamı. Örneğin Onur Ünlü filmini "Devletin önerdiği ortalama aile yapısının karanlık yanları, ailenin içine düştüğü pespaye durum ve aile fikrinin zorlayıcılığı, inandırıcılıktan uzak olmasıyla ilgili bir film bu" diye parlatırken filmin dağıtım/pazarlama şirketi tam da filmin eleştirdiği aile teşkilatına alternatifmiş gibi öne çıkan günümüz orta sınıf ailesinin marketing alışkanlıklarına sesleniyor. Filmin afişinde yer alan her ayrıntı bu yeni ailenin değerlerine hitap ediyor. Böyle olunca da yönetmenin parlak eleştirel fikri daha afişte yıpranıyor. Ve tabii ki filmin içinde de "Celal Tan ve ailesi, plastik bir dekorun içinde gezinen, kara film ve salon komedisi arasında gidip gelen bir filmin karakterleri" olabiliyorlar.* Hepsi o kadar. Daha fazlası yok.

8 Ekim 2012 Pazartesi

123

"Kemiksiz bir müzik yapıyorlar. Ispanak yemeği, bir çeşit tavuk yemeği, kocaman ağaçlar gibi bir ses, bir akış. Nasıl büyük bir müzik ve modern."


Mevsimi çoktan geçmiş olsa da fanzinlere ayrı bir düşkünlüğüm vardır. Başka yerlerde bulamayacağım şeyleri o sayfalarda, o tayfalarda bulacağımı bilirim. Köprülerin altından çok sular akmış olsa da ne zaman fotokopi bir dergi görsem hemen alırım. Pek bilinmeyen, tarihin tozlu raflarına çoktan kalkmış böylesi bir derginin adıyla söyleyecek olursam bu tür dergiler dergi değil delgidir.  İşte böyle bir delgi dergi vesile oldu 123 ile tanışmama.