29 Ocak 2010 Cuma

Yıkım zamanı!

soL portal, 15.10.2009

Althusser izleseydi, "Özne gibi çağırma, işte tam burada ete kemiğe bürünmüştür!" diyebilirdi. Nerede? Bir kısa filmde. İnsanların kimisi yatağında yakalanmış, kimisi şehrin kıyısındaki boş bir arazide takılmış ama daha önemlisi ilerlemelerini önleyen, tedirgin eden ve üstlerine gelen görünmez bir duvarın ardına sıkışıp kalmışlar. Yalnızlar, çaresizler. Duvar o kadar yakınlarına sokulmuş ki kiminin suratını yamultmuş kiminin parmak uçlarını bükmüş. Görüntüler yetmemiş ve tekrarlayan, cızırtılı bir ezgi ile görüntülerin rahatsız edici havasına tekinsizlik de eklenmiş. Ve bir soru ile tamamlanmış film: "Önyargılarımız, görünmeyen duvarlarımız. Yıkmanın zamanı gelmedi mi?"
Malum! Film sadece etkileyici bir görselliğe sahip olduğu için bile heyecan veriyor. Ancak orada durmuyor ve doğrudan kişilere, kişilerin küçük dünyalarına sesleniyor. İzleyene bir aldanmanın (önyargı) farkına varması için imkân sunuyor. Ardından da eyleme çağırıyor. Hem de yıkmaya, parçalamaya, zor olanı alt etmeye ve aldanmanın neden olduğu engelden (duvar) kurtulmaya çağırıyor.
Hangi insan böylesi bir çağrıya kulağını kapatabilir ki? Hele kurtuluş bu kadar kolaysa! O saydam ama yüz yamultan, yoldan alıkoyan, yalnız bırakan duvar, kartonpiyer bir levha gibi dağılıveriyorsa. Bir de çağrının içinde kalıpları yıkıp geçme daveti varsa! Kayıtsız kalınabilir mi? Hele de çağrının alıcısı tam da hayatını kalıpları yıkmaya adadıysa. Önyargısız olmayı kendisine kimlik kartı yaptığını düşünüyorsa.
Althusser filmin sahiplerine, ideolojik seslenmenin, görsel bir malzeme ve iki kısa cümle (önyargı, duvar ve yıkma zamanı) içinde toparlanabilmesine olanak verdikleri için teşekkür ederdi. İlk teşekkürü, Zaman Gazetesi'nin parayı basmasına, ikinci teşekkürü ise yönetmen Fatih Kızılgök'ün basit gibi görünen, ama ifadesi zor bir durumdan etkileyici bir reklam filmi yaratmasına ayırırdı. Yeri gelmişken Kızılgök'e daha önceki yaftalama kampanyası için de bir diğer teşekkürü borç bilirdi. Ve eklerdi: “Siz bayım” derdi, “bizim sayfalarca dolusu satırla anlatmaya çalıştığımızı 2-3 dakikada işleyiveriyorsunuz!

25 Ocak 2010 Pazartesi

Örgütlü Yalan: Özal Kuşağı, Reklam, Edebiyat ve Tuna Kiremitçi

soL dergisi; sayı: 217, 13 Şubat 2004

Yanılmışız. Bir grup solcu olarak yanılmışız. Kaba eleştiriden uzak durmak ve eleştireceğimiz nesneyi öncelikle anlayabilmek adına, düzenin çamuruna en azından parmak uçlarımızı değdirecektik ama sonra bir de baktık ki çamur boğazımıza gelmiş. Tuna Kiremitçi’ye ve yazdıklarına, solcu önyargılarımızdan sıyrılarak yaklaşalım derken yalana saplanıp kalmışız. Hem zamanımızı ayırdığımız için hem de önyargılarımızdan sıyrılalım diye uğraştığımız için yanılmışız. Çünkü ‘şehirli yalnız kadının aşk romancısı’ ya da ‘reklamı iyi bilen, mürekkep yalamış postmodern yazar’ gibi önyargılarımız bile romanları okuduktan sonra havada kaldı. En azından geçmişte eleştirilen Ahmet Altan ya da Latife Tekin belli bir derinliği barındırıyordu ve hatta yazdıklarından keyif almak, eleştirirken kendimizi geliştirmek mümkündü. Kiremitçi daha fazlasını hakediyormuş, önyargılarımız yetmiyormuş; dedim ya yanılmışız...

Kuşak Meselesi...
Kuşak meselesinin emperyalizm ya da karateyle alâkası yok. Ama bizi Kiremitçi’nin buğulu dünyasına çeken gazete sayfalarında, edebiyat dergilerinde adımıza söz aldığı ‘kuşak’ meselesi oldu. En azından yaş itibariyle aynı kulvardaydık, özal çocuklarıydık, apolitiktik falan filan. Koca koca puntolarla Kiremitçi kuşağımızı savunuyordu: ‘Bizim Kuşak Başkaları Tarafından Sürekli Tarif Edildi!’ Doğru söylüyordu, çünkü bir kuşak olmadığımızı, olamadığımızı anlayamamıştı. Henüz büyük işler becermekten uzak olduğumuz için tarihe, karanlıkta el kol yordamıyla kendini arayan ve her kapının ardında yalnızca ve yalnızca kendini bulan, kuşak olamamış bir nesil olarak geçebilirdik. Ama Kiremitçi’yi önemsedik, çünkü adımıza söz alma cüretini göstermişti. Belli ki okumuştu, bizim okuduklarımızı; belli ki dinlemişti, bizim dinlediklerimizi; belli ki gezmişti, bizim sokaklarımızda ve belli ki yaşamıştı, az ya da çok bizim yaşadıklarımızı. Üstüne bir de her yerden, örneğin Fethi Naci’den de övgüler aldığını duyunca kitaplarını edindik ve başladık okumaya.

23 Ocak 2010 Cumartesi

Kör noktaları aydınlatacak bol ışıklı dostlar


Little Hells [Marissa Nadler]; De Te Fabula Narratur [Bandista]; Exile [Gilad Atzmon and the Orient House Ensemble]; Akokan [Roberto Fonseca]; Band a Part [Nouvelle Vague]; Muse [Yaron Herman Trio]; Radio Retaliation [Thievery Corporation]; Once Upon A Time In Mingrelia [Mircan]; Ne La Thiass [Cheikh Lô]; Avanti Popolo [Das kleine elektronische Weltorchester]; Mexico [Erik Truffaz and Murcof]; Sessiz Bir Kelebeğin Rüyaları ve Dansları [Tayfun Erdem]; Corvidae [Myshkin's Ruby Warblers]; Uyan [Jehan Barbur]; Evocaciôn [Raynald Colom]; There's Me and There's You [The Matthew Herbert Big Band]; Ki-Oku [dj Krush and Toshinori Kondo]; Sounds Of War On The Poor [Ultra-Red]

Black Cadillac [No Blues]; Tewt [Mikail Aslan]; Jesus For The Jugular [The Veils]; River Of Dirt [Marissa Nadler]; Mountain Bike [Tayfun Erdem]; Set [Cheikh Lô]; Yaprak Dökümü [Yeni Türkü]; Dal'ouna on The Return [Gilad Atzmon and The Orient House Ensemble]; Under An Old Umbrella [Marissa Nadler]; Ruby Warbler [Myshkin's Ruby Warblers]; Inside A Boy [My Brightest Diamond]