24 Ocak 2009 Cumartesi

Gırnatanın Derdi

Bazı dönemlerde ya da toplumlarda doğruda durmak için başka dönemlere, başka toplumlara göre daha fazla çaba sarfetmek gerekiyor. Artan iletişim olanaklarına, ortaklaşıveren gündemlere rağmen toplumlar, kendi geçmişlerinin gölgesinde ve o gölgenin uzantısı olan farklı ideolojik evrenlerde devinmeye devam ediyorlar. Haliyle toplumların da dönemlerin de ağırlıklı halleri birbirinden farklı oluyor.

Bir Yunanlının Alexis’in acısını hissedebilmesiyle (Alexandros Grigoropoulos 6 Aralık 2008'de Atina'da iki polis tarafından öldürüldü; 15 yaşında idi ve ardından tüm ülkeyi sallayan ve neredeyse iki ay süren bir isyan dalgası yaşandı) bir Türkün Engin’in acısını hissedebilmesi (Engin Çeber 8 Ekim 2008'de gözaltında iken gördüğü işkence sonucu beyin kanamasına bağlı olarak öldü) arasında ne yazık ki dağlar kadar fark oluyor. Ya da bir Avrupalı İsrail'de ve Filistin'de son olup bitenlere baktığında gözü dönmüş, medeniyet düşmanı Arap teröristleri ararken bir Türk din kardeşliği, mazlumluk üzerinden hemen ayağa kalkabiliyor. 

Ama İsrail'e yönelik protestolar, öfke Türkiye toplumunun vicdanının yerlerde gezindiği gerçeğini değiştirmiyor. Velhasıl toplumlar için de doğruda durmak kolay olmuyor. Geçmişin gölgesi ve ideoloji, insan kalmayı ya da insanlıktan çıkmayı sağlayabiliyor. Ve bugün insan kalmak için daha fazlası gerekiyor. Çünkü öncelikle emperyalizme ne kadar yaklaşırsanız kendiniz olmaktan o kadar çıkıyorsunuz, o kadar yıkıcı oluyorsunuz. Bir tek kendiniz, kendi toplumunuz için değil, çevrenizdeki toplumlar için de! İsrail, Türkiye, Ukrayna, Kolombiya gibi ülkeler bu kategorinin nadide örnekleri!

2 Ocak 2009 Cuma

Yasaklı tembihli siyaset günlerinden Tuzla'ya izsürmek!

soL Dergisi, Eylül 2008, sayı: 247

Biraz büyüyüp dünyayı algılar hale geldiğimizde Türkiye çağ atlıyordu. Playboy zarif adımlarla uçaktan iniyor, güçlü ülkemizin yeni sembolleri F-16lar (savaşan şahinler) evlerimizin üstünden, Özallar ise kasedi taktıkları gıcır keyifleriyle o kıtadan bu kıtaya geçiyorlardı. Reagan ve Gorbaçov ikide bir sırıtarak el sıkışıyorlardı. Etrafımız Serpil Çakmaklı modeli saçları olan ablalar ve şalvar pantolonlu abilerden geçilmiyordu. Fettullah dersaneleri ve okulları her sınavdan önce ya da sonra evimize kadar gelip Yamanlar Kolejini, bilmem ne dershanesini övüyorlardı. Transfer edilmeyecek kıymetli evlatlardık ve açıkçası zekiydik. Bir kısmımız, mutlaka ama mutlaka öğretmen çocuklarıydık ve anadolu lisesi, fen lisesi, üniversite sınavları tırıs gelir tırıs giderdi bizim için. Hem öyle özel ders, dershane falan olmadan.
Sonra ne oldu? Şaka gibi insanlar çıktı içimizden. Çünkü tarih, toplum, ülke, nesnellik, her şey ama her şey ensemizde boza pişirirken bazılarımız inat ettik. Önümüzde tescilli bir belge gibi “Gördük işte, yıkıldı!” beyanı dururken biz bir grup, parlak yeni yetme, kafa tutmayı seçtik. Solun güçlü olduğu dönemlerde bile solcu olmak kolay bir tercih olmayabilir ama işlerin her yerde, ama her yerde yolunda gitmediği bir dönemde devrim diye inat etmeyi de bambaşka bir tavır olarak görüyorum. Yaşıtlarım dediklerim 78liler değil ama o dönemde doğanlar. 76-80 arası. O yıllarda doğanların başka bir dünyası olduğunu düşünüyorum.
İşte o yıllarda, örneğin Afrika’da açlık vardı ve değişik renkten bir sürü insan (Michael Jackson da dâhil olmak üzere) bir araya gelmiş, “We are the world” diye şarkı söylüyordu. Açlığın yanı sıra ırk ayrımı vardı, Mandela içerdeydi ve Avrupa’da yüz binlerce insan büyük stadyumlarda Mandela için, Afrika için toplanıp çeşit çeşit müzisyeni dinliyordu. Tracy Chapman adındaki bir kadın ve gitarı, o zamanlar anlamını daha henüz bilmediğimiz “Revolution” diye bir şeyden bahsediyordu. Şarkının sözlerini anlamak için 1987’de bir anadolu lisesinin hazırlık sınıfına başlamamız gerekiyordu. Bir diğer karede ise Cem Karaca diye birisi uçaktan iniyordu. İlginçti, çünkü bildiğimiz tek uzun saçlı şarkıcı Barış Manço’ydu ve bir tane daha olduğunu bilmiyorduk. Ayrıca Cem Karaca yasaklıydı. Siyasi yasaklıydı. Özallarla buluşması, el öpmesi falan ne anlama geliyordu bilmiyorduk ama Manço’dan daha farklı şarkılar söylüyordu: “Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane parkında” gibi. Arkadaşım Eşek’ten sonra işin içine polisin karıştığı bir şarkı duymak açıkçası garipti.