12 Aralık 2007 Çarşamba

Anarşik Armoni*

1960’larda işçi sınıfının hareketliliğiyle çalkalanan Avrupa kentleri eylemcilerle birlikte işyeri işgallerinde, grevlerde, gösterilerde müziklerini çalan, gösterilerini sunan estetik savaşçılarına da tanık olmuştu. AMM ve MEV (Musica Electronica Viva) gibi topluluklar düzeni yıkmayı amaçlayan bir estetiğin savunuculuğunu yaparken Paris’te yüzlerce öğrenciyle birlikte Odeon’u işgal eden Living Theatre oyuncuları ve yeryüzünün lanetlilerinin çığlığı olan özgür caz, sokakları, alanları dolduran, değişim isteyen kitlelerin siyasal amaçlarının estetik yansımalarını sergiliyordu. Her ne kadar devrimci dalganın esas etkisinin yanında ürettikleri birer ‘şok’ saldırısına dönüşmüş olsa da! (1)

Bu devrimci patlama diliminde çeşitli gruplar ve müzisyenler, ürettikleri estetik yankıları fabrikalarda, kampüslerde, sendika salonlarında ve hapishanelerde yaratıcılarıyla buluşturdular. Ama devrimci dalganın geri çekilmesi, estetiği politikayla birleştiren müzisyenler kuşağının önemli bir kısmını düzen içine savurdu, geriye kalanları da yıllarca çakılı kalacakları yer altına itti.

Yirminci yüzyıl kapanırken o güzelim yıkma arzusu bir kez daha uyandı. Hani şu yaratma dürtüsünü besleyen, büyüten arzu” diye son kitabı Anarşik Armoni’de yeni devrimci kuşağı selamlayan Halil Turhanlı, bu iki dönemin öncü estetik savaşçılarını ele almış (2). Tek bir kitaba sığmayacak denli zengin ve karmaşık bir geleneği, Avrupa ve ABD’nin isyan ve mücadele geleneğini, siyasal ve felsefi temellerini ihmal etmeden ancak müziğin penceresinden harmanlayarak işlemiş. Altı bölüm boyunca, Turhanlı otuz yıl öncesinin avantgard ve devrimci müzik felsefesinin en diri unsurlarıyla son beş yılın yeni devrimci kuşağının ilişkisine dair ipuçları sunuyor ve hiç de zayıf olmayan bağları ortaya çıkarmaya, göstermeye çalışıyor.

Kitap, emperyalizmin yönlendirdiği dünya nesnelliğine karşı çıkan, yer yer emekçi karakteri kazanabilen ama ağırlıklı olarak orta sınıflara dayanan savaş karşıtı, küreselleşme karşıtı hareketlerin müziğine odaklanırken Rage Against The Machine, Manic Street Preachers, Massive Attack, Manu Chao, Radiohead gibi popüler gruplar yerine, düzen karşıtı estetik arayışlarını müziklerine de yansıtan, bu anlamda müziği parçalayabilen ya da ehlileştirici ritme karşı gürültünün estetiğini işleyebilen, daha dipten ve derinden akanlara yer veriyor. 

Tek bir disiplinden çok, sesin düzen karşıtı örgütlenişine omuz veren her müzisyeni, her grubu mercek altına alıyor. Bu nedenle de konçerto bestecileri ile özgür cazcılar, gürültü teknisyenleri ile ses kaydı işleyicileri rahatlıkla bir araya gelmiş. Bu müzisyenler farklı üslup ve anlayışları benimsemiş olsalar da, varolan toplumsal düzeni köklü bir biçimde reddetmeleri ve insani varoluşun koşullarının oluşumuna katkıda bulunacak bir müzik yaratma çabası içinde olmaları, onları birleştiriyor.

7 Aralık 2007 Cuma

Tellere eşitlik ve özgürlük için dokunan eller: Victor Jara

(soL Dergisi, Aralık 2001, sayı 164)
Albrecht Dürer, 1471-1528 yılları arasında yaşamış Alman bir ressam. Ne kadar gerçektir bilinmez ama Dürer'le ilgili bir hikaye vardır. Bu hikayeye göre Dürer on sekiz çocuklu bir ailenin resim sanatına karşı olağanüstü ilgileri ve yetenekleri olan iki çocuğundan birisidir. Her iki kardeş sanat okuluna gidip büyük birer ressam olma hayali kursalar da madende çalışarak karınlarını dahi zor doyurabilen aileleri, bu durum karşısında çaresizdir. Ancak iki kardeş, aralarında kura çekmeye ve kazananın okula gitmesine, geride kalanın ise daha çok çalışıp diğer kardeşini okutmasına karar verir. Albert ile Albrecht arasındaki bu kurada, okula giden dönüşte diğer kardeşini gönderecek ve kendisi de madende çalışacaktır. Kurayı kazanan Albrecht okula gider ve kısa zamanda bütün öğretim görevlilerini kendisine hayran bırakarak yöredeki okullarda isminin duyulmasını sağlar. Eve büyük bir gururla döner. Onuruna verilen bir yemekte kendisini öven konuşmalardan sonra söz alan Albrecht, eğitim alma imkanını sağlayan kardeşine teşekkür eder. Sıranın kardeşinde olduğunu ve onun eğitimi için madende çalışmaktan büyük gurur duyacağını söyler. Kardeşinin yanıtı ise “İmkansız kardeşim! Seni okutabilmek için çalıştığım yıllarda bütün parmaklarım madende defalarca kırıldı ve değil kalem tutmak senin şerefine kaldırdığım şu kadehi bile zor tutuyorum!” olur. Bu durum üzerine Albrecht Dürer bütün dünyanın “Dua Eden Eller” olarak bildiği ve asıl ismi “Eller” olan resmi çizer. Resimdeki eller ise kardeşinin elleridir.

11 Kasım 2007 Pazar

Gilad Atzmon ile Bağdat’ta sonbahar, New York’ta ilkbahar!

Cazın siyasetle yollarını birleştirdiği dönem hiç kuşku yok ki 30 yıl kadar geride kaldı. Afrika’dan koparılan kölelerin torunları olarak John Coltrane, Ornette Coleman, Archie Shepp efendilere karşı olan isyanlarını saksafonlarına üflediler. İsyanları, cazın ele avuca sığan bir kültür elçiliği konumuna inmesini ya da ABD’nin kültürel makyajı olmasını engellediği kadar cazın kendisine de yeni bir biçim verdi. Siyaset müzik tarihinde çok az kesitte görülen bir canlılığı, kısa bir süre için de olsa bir müzik türüne katıverdi. Sonrası ise malum: kitle iletişimsizliğini arttıran televizyon, kasetçalar ve Reagan-Thatcher dönemi geldi, disko müziği ise kölelerin isyanından çok fazla şeyi alıp götürdü. Müzik yayıldığı kadar küçüldü, pazara çıktıkça tadı kaçtı. Yine de müziğini siyasetle buluşturmaya çalışanlar, her sancılı kesitte yeniden ve yeniden ortaya çıkmaya devam ediyor. Bunlardan birisi de hiç kuşkusuz İsrail kökenli, Londra sürgünü Gilad Atzmon.

Orient House Ensemble ile yaptığı 2004 tarihli “musiK: Re-arranging the 20th Century” isimli albümünde belirttiği gibi “notalara bir pazar değeri eklenince müzik bir mobilyaya, bir tarz sorununa, Levi’s kotlarının bir uzantısına ya da Coca-Cola’nın yanında iyi giden bir ürüne” dönüştü. Bu dönüşümle derdi olan Atzmon piyasalar, savaş, işgal konusunda sözünü esirgemeyen nadir isimlerden birisi olarak dikkat çekiyor. 2004’te müziğin üzerindeki pazar değerinden sıyrıldığında insanın duygularını, deneyimlerini, acılarını, kırgınlıklarını yansıtan musiK olabileceğini söylüyordu. Ekim 2007’de çıkan yeni albümü “Refuge” ise kötü zamanların etkisiyle olsa gerek musik’in içinde bir Sığınak’ta güzel yeni günlere hazırlandığını anlatıyor. Gardını düşürmeden! Londra’nın bir tür İstiklal Caddesi olan Soho’da, emektar caz kulüplerinden Roniee Scott’s önünde buluştuğumuzda ise stüdyodan çıkıp akşam programından önce küçük bir soluklanma için ara vermişti ve kolları eprimiş yırtık parkasıyla 70’lerin sonlarından fırlayıp gelmiş, orta yaş bir punk gibi görünüyordu.

Röportajlarda sana sıkça yöneltilen soruyla başlarsak eğer, siyasetin müziğinle olan ilişkisi günümüz cazı için çok dolaylı bir ilişkiyi temsil ediyor. Siyasetle güçlü bir ilişkin var mı gerçekten?
Doğru, doğru! Her zaman ilk soru siyaset oluyor ama ben siyaseti takmıyorum ki! Herkes siyasetten, Batı değerlerinden, Batı kimliğinden bahsediyor. Bunları ciddiye alamam çünkü daha farklı bir şeyden bahsediyorum. Diyebilirim ki ben de bir tür batılıyım. Buralarda olup bitenleri eleştirirken daha çok kendi içimde olanlardan yola çıkıyorum. Ama tüm bu Batı safsatasıyla derdim var benim. Batı değerleri nedir ki? Anlamıyorum! Bugün gazetelerde yazanlara bakarsan İngiliz bir çiftin çocuklarını öldürmekle suçlandığını okursun. Eğer durum böyleyse gerçekten Batı değerlerinden geriye ne kalmıştır ki? Ama Batı değerleri tam da yasallıkla ilgilidir: Yakalanmadığın sürece istediğin yere kadar gidebilirsin! Yasa budur! Bu yasallık içinde her şeyi yapabilirsin! Savaş suçlusu olmadığını söyleyebilirsin rahatlıkla. Ama bu koca bir yalandır! Elbette ki suçlusundur! Savaşı kim başlattı ki? Her şeyi tüketebilirsin! Bir şeyler yapabilmen için bir sürü madde kullanman gerekir ve yasallığa sahip çıktığın sürece istediğin yere gidebilirsin! Yani, müziğin ya da sanatçıların çok fazla şeyi değiştirebileceğine inanmıyorum. Ama en azından değiştirmeye çalışabilirler ve ben de bunu deniyorum. Benim daha çok ilgilendiğim şey hayat denilen karmaşanın içine atlamak. Daha sembolik bir düzeyde anlatırsam ki bu tür Lacancı bakışı severim, içinde yaşadığımız büyük yalanı hangi dinamiklerin şekillendirdiğini ayırt etmeye çalışıyorum. Hepsi bu!


17 Ekim 2007 Çarşamba

Atom bombasının etkisi: Haruki Murakami

Gelenekler, disiplinli çalışma koşulları, itaatkarlık, kusursuz saygı, aşırı çalışmaya bağlı karoshi, küçük ve dar evler, rock müziğine düşkünlük, herhangi bir müzik türüne düşkünlük, olmazsa olmaz 'Made in Japan/Live in Tokyo” albümlerine ev sahipliği, metro ağları, hızlı trenleri, yoğun teknoloji kullanımı, renkli ve ışıltılı dev reklam panoları, dijital kameralar ve fotoğraf makineleri, elektronik ve ekonomik mucize söylenceleri, yersarsıntıları ve depremler, görkemli köprüler, çiçeklenmiş kiraz ağaçları, yıldızların düzenini yansıtan düzenleriyle Budist tapınaklarının yemyeşil bahçeleri, samuraylar, kamikazeler, harikari, origami, sumo güreşi, dövüş sanatları ve filmleri, dört küçük satırda koca bir dünya, yani haiku, yani Japonya.

Japonya sayılan bu özellikleri ve daha birçok özelliğiyle hatırlanabilecek bir ülke. Ama Japonya’yı dünyadaki tüm diğer ülkelerden ve toplumlardan farklı kılan bir başka özellik de iki kentinin atom bombasıyla yerle bir edilmiş, tek ülke ve toplum olması. Radyoaktif serpintinin insanlar üzerindeki etkisi kuşaklardır sürüyor ya da sürecek olabilir ama bir yandan da atom bombaları ve II. Dünya Savaşı, Japon toplumu için uzunca bir süre aşağılanma kaynağı olmayı sürdürdü. Yıldönümleri ve anma törenleri hep yas havası içinde sürdürüldü. Ama yaşananların acısı, acını törenleri Japonya’nın dünyada yapayalnız bir ülke olmasını ve Japon toplumunun da uzunca bir süre yapayalnız bir toplum olarak kalmasını önlemeye yetmedi.

Kayıp ve acı dolu geçmiş Japon edebiyatının da geçmişe bağlı kalmasına neden olmuş. Ama Japonya sanayileştikçe, toplumu kentlerde, küçücük evlerde yaşayan bireylerden oluştukça yalnızlık, savaşın yıkımını yaşamayan sonraki kuşaklarda yabancılık ya da yaban kalma olarak kendisini sürdürmüş. İşte bu yalnızlığa, yaban kalmaya, Japon toplumunun yarattığı tüm eğreti değerlere kafa tutan bir kuşak da bu dönemde ortaya çıkmış. Bu kuşağın içinden gelen ve ülkesindeki edebiyatı geleneksel izleklerden ayırıp modern günlük hayatın sıradan dertleriyle buluşturan isim de hiç kuşkusuz Haruki Murakami’dir.
 

15 Temmuz 2007 Pazar

Mutsuz evliliklerin acısı


Mutsuz evliliklerin acısını çocuklar çekermiş. Oğlanların huzursuzluğu ve açlığı, kızların dinmeyen özlemi ve bekleyişi, kırgın ve üzgün annelerin sessizliği ile eve gelmek bilmeyen babaların kahırlarından çıkarmış. Ev bu, yuva bu...Ayakta kalsın diye birbirini sevmeyen anne babaların yükünü çocuklar taşırmış.

[Kitap Yazıtları V | Sezer Ateş Ayvaz | Tamirisin Gecesuçları için]

15.07.2017 | İzmir